8 Aralık 2009 Salı

GÜNEYDOĞU METİN BOZDEMİR DEN

GÜNEYDOĞU...
Paylaş
Dün, 14:03
“Bir değirmendeydik,
Öğütülen,
öğütülürken türküler söyleyen
Buğday başaklarına benziyorduk”…

Ne güzel söylemiş şair.
Hayat değirmeni öğütürken bizleri,
bir şeyler söylemek lazım, bugüne ve yarınlara dair.
Bugünü anlatabilmek için dünü bilmek gerek…

Konuşmak çok kolay,
Hele dünyalık yaşayanlar için daha da kolay
Söylediklerimizin veya söyleyemediklerimizin,
yaptıklarımızın veya yapamadıklarımızın sorumluluğunu, vebalini
sonsuzluğa kadar taşıyacak insanların çok düşünüp az konuşması,
on hesaplayıp bir yapması, töremizdendir.

İnançlarımız çerçevesinde yaptıklarımızın ve yapacaklarımızın kaynağı bilgi,
bilginin pekiştirilmesi tecrübedir.
Ancak bilgi ve tecrübeye sahip insanlar ilkeli hareket edebilirler,
ferasetle, kararlılıkla ve cesaretle olaylara yaklaşırlar.
İlkesiz hareketler, “yığın psikoljisiyle” rüzgarın önüne düşmüş bir yaprak
gibi sağa sola savrulmaya, kurbağa gibi haşlanmaya mahkumdur.
Kurbağa misalini bilirsiniz. Doğrudan kaynar suya atılan kurbağa, ani tepkiyle
sıçrayıp kurtulurken veya kurtulmaya çalışırken, normal suya konulmuşu,
yavaş yavaş suyu ısıtılıp kaynatılınca haşlanması ve can vermesi mukadderdir.

Eskiden bilgiye ulaşmanın zorlukları yanında, saptırma ve dayatmalara karşılık
bugün büyük bir enformatik bilgi kirliliğinin yanında toplumsal hafıza kaybı yaşıyoruz.
Yoğun bilgi bombardımanı altında devamlı gündem değişmekte,
yeni konular eskiyi unutturmaktadır.

Hiç bir problem birden bire ortaya çıkmamış, bilhassa ülkenin başını ağrıtan netameli
meseleler yavaş yavaş ısıtılmıştır. Bu hengamede toplumun sinir uçları olması gerekenler,
maalesef enerjilerini ululararası toplum mühendislerinin hedefleri doğrultusunda
harcamaya devam etmişlerdir.

İnancını yüce yaratıcının buyrukları olan Kur’an dan ve
-o buyruklara tarihinde de aykırılığı olmayan - Türk töresinden alan,
yüce yaratıcının külli iradesinden insana bahşettiği cüz-i iradeyi; aklını kullanan,
parti, meşrep ve çatı ayrımı yapmadan Ülkücü ve samimi iman sahiplerini
şimdilik bir yana koyalım, ve böyle bir düşüncenin olmadığını varsayalım…

Böyle bir durumda vahşi kapitalizmin ve emperyalizmin karşısına dikilen
bir tek Sosyalist ideolojiyi görürsünüz.
Ulus, halk, sınıf farkı gözetmeden insanın insana kulluğunu, köleliğini reddeden,
hürriyet ateşini yakan, tek ideolojidir Sosyalizm.
Ancak, tıpkı ortaçağın skolastik zulümlerine karşı, çok samimi ve insani
çabalarla ortaya çıkan protestanlığın, vahşi kapitalizme dönüşmesi gibi,
eşitlik ve bağımsızlık söylemleriyle yığınları ateşleyen sosyalizm,
daha sonra sarı ve kızıl emperyalizme dönüşmüştür.
Tahrif edilmiş dinler, saptırılmış felsefi güzellik kuramları gibi, ortada ne manifesto
ne ide, ne de ilke kalmamış, herkes kendi egolarına göre sistemler geliştirmiştir.

Sermayenin “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” diyerek özetlenen oligarşik mantığı,
devlet oligarşisine dönüşmüş, sınıfların sınır tecavüzleri, devlet sınırlarına
tecavüz şeklinde yer değiştirmiş, dolayısıyla değişen bir şey olmadığı gibi
emperyalizmin ekmeğine yağ sürülmüştür.

Sosyalist ideolojinin devletleşmiş şeklinden geriye; yoksul, geri kalmış,
umutlarını yitirmiş, sömürülmüş onlarca irili ufaklı devlet ve sarısın da hala
devam eden zulümler kalmış, dünya düzenine hediye…

Ve Türkiyemize’de; ağalık sistemiyle, feodal yapısıyla alabildiğine
istismar ve tahrik edilmiş ama tatmin edilmemiş, coğrafyasının
hırçınlığıyla eşdeğer bir bölge bırakılmış geriye...

Uhrevi bir denge içinde kurulan ve devam ettirilen dünya düzeninde hiçbir zulüm çarkı
ilelebet devam etmediği gibi kızıl zulüm de tabii olarak sona ermiştir.
Bu yıkılışı çok önceden görerek; sömürü düzenini devam ettirmekten,
insanlarına ülkelerinin büyüklüğünü başkalarına zulüm yapmanın şiddetiyle eşdeğer
görmekten başka ideolijisi olmayan sapık bir kıta medeniyetinin ;
adaletin, iyiliğin, güzelliğin temsilcisi bir medeniyet’in; Türkiye'nin düşmüş olduğu
uçurumdan çağlar üstüne sıçramaya ve yaralarını sarmaya çalışmasındaki
yalpalama ve tökezlemelerle dolu nekahat dönemindeki zaaflarından istifade ederek
boşlukları doldurması kaçınılmazdı.

İşte kuyruğun koptuğu yer…
İşte bugün yaşadığımız problemlerin odak noktası tam olarak burada…
Yani 12 eylül 1980 ve yakın öncesi…

Şimdi, herkes başını ellerinin arasına alıp düşünsün.
Güneydoğu meselesi tabiri caizse kimin çocuğudur.
İpucu isterseniz, o bölgenin 12 eylül öncesinde kime oy verdiğine bakın.
O zaman da o insanların çoğu Türkçe bilmiyorlardı, ideoloji olarak
çoğunluğu solcuydu. O zamanlar Apo’nun devlet içinden birileri tarafından
korunduğunu kesin olarak ve belki yine devlet içindeki birileri tarafından
örgütün başına getirildiğini şüpheli olarak biliyoruz.

12 eylül çok şey değiştirdi.
Ülke insanının kimyasıyla oynandı.
Mamak cezaevini biz anlatıyoruz ama, Diyarbakır cezaevinde yaşananları bilmeden,
dinlemeden veya inkar ederek, yok sayarak problemler çözülemez.
Bugün adeta asker partisi halin gelen solun en büyük temsilcisi Chp,
tahrik ederek büyüttüğü kendi çocuğuna ihanet etmiş, tatmin edemediği için
hem kendisinin hem ülkesinin başına bela bırakmıştır.
Eskiden CHP’nin milletvekili çoğunluğu, bugünki batıda sahil bölgelerinde
değil o bölgedendi. Bütün dünyada çöküntüye uğrayan marksizm ideolojisi
ayrılıkçı hareketlere ve taşeron örgütlere dönüştüyse ve bugün bu partiler
o bölgede oy alamıyorlarsa çok ciddi bir şekilde sorgulanması, gerekir.

Sadece bölge halkı değil, Devlet Millet’iyle barışmalı, kucaklaşmalıdır.
“Nerede yanlış yaptık” sorusunu herkes samimiyetle kendisine sormalıdır.
Keşke sol ciddi bir özeleştiriyle, yaptıkları günahları sorgulayabilselerdi…
Eskiden faşist diyerek küçümsedikleri, nasyonal sosyalist diyerek küfrettikleri
Hitler mantığına “ulusalcılık” kavramıyla düştüklerini görebilselerdi.
Irkçılıkla eş tuttukları Türk Milliyetçiliğinin ırki anlamda değil kültür anlamında
bir değer olduğunun farkına varıp, kötü bir taklitçiliğe düşmeselerdi.
Keşke geçmişte yaptıkları günahlardan bugün pişman olup “günah çıkartırken”
sandıkta iktidar olamamanın acısını, eski tüfek bürokrat ve kadrolarıyla
ulusalcılık fantezisi yaparak, çıkartmasalardı, toplum mühendislikleriyle ülkenin
siyasi genleriyle oynamasalardı. Aslında solculuk diyerek bu ülkeye dayatmak
istedikleri değerlerin, solculukla alakası olmadığını, Avrupa kültürüne has,
bize bol veya dar gelecek lümpen klişeler olduğunu görebilselerdi…
Keşke Türk Milliyetçileri, ulusalcı söylemlere “hidayete erdiler” mantığıyla
yaklaşmayıp aynı paralelde hareket etmeselerdi.

Bütün bu hataların, günahların boşluğunu başkaları dolduruyorsa, suçlusu kim?…
Keşke topyekün millet olarak kendimizi sorgulayabilsek, özeleştiri yapabilsek.
Ne kadar okuyoruz, ne kadar soruyoruz, ne kadar araştırıyoruz, öğreniyoruz?…
İdeolojilerin toplumcu olması kadar, şahsiyetçiliği de yok mudur?
İşte “hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” İlahi buyruğunun muhatabı insanların
farklılığı bu noktada başlıyor. Daha doğrusu başlaması gerekiyor.
Klasik tetik kelimelerle, gelebileceğimiz en uç nokta burası işte…

Türk Milleti, sadece güneydoğu meselesinde değil,
Türkiye’nin bütün problemlerin de klasik söylemler değil,
farklı olduklarını söyleyen iktidara talip insanlardan, farklı düşünceler,
farklı icraatlar bekliyor. Farkınız yoksa, söylediklerinizin de hiç bir anlamı kalmıyor.

“Tarihimizi tetkik ediniz.Türk’ün çektiği bütün felâketler,maruz kaldığı tehlikeler
ve musibetler hep kendi öz benliğini, millî varlığını ihmâl ederek nereden geldikleri
ve ne oldukları hangi nesle mensup bulundukları belirsiz bir takım kimseleri kendilerine
lider tanıyarak onların şuursuz bir vasıtası olmak mevkiine düşmüş olmasındandır.”
M.Kemal Atatürk

Atatürk doğru söylemiş, içinden gelerek, hissederek, yaşayarak söylemiş ve
gereğini de yerine getirmiş. O güzel insanın adının sonuna çülük ekleyerek
cılık’ını çıkaranlar ne kadar samimi?

“Damarındaki kanın asilliğine” inanır gibi görünen neredeyse herkes, biraz sıkıştığında
hemen Amerika, İsrail, İngiltere, İran diye feryat etmeye başlıyor.
Asaleti adeta mazoşistik duygularla başka yerde arıyor…
Daha önce Rusya’da, daha öncesi Almanya’da, daha da eskisi
Bizans’ta, Çin sarayında aradıkları gibi…
Hani ne oldu damarınızdaki asil kana...

Bu kadar kolaycı bir millet dünyanın başka yerinde var mıdır,
gerçekten çok merak ediyorum. Doksan dakikalık maçta topu devamlı
taça atarak oyunu bitiremiyoruz.
Hepimiz, devlet, millet, siyaset, kurumlar olarak sütten çıkmış ak kaşığız.
Kendimiz de hiç suç yok.
Ah bu amerika yok mu, hele İsrail…hele hele araplar, iran, çin…
Bütün suç onların zaten, düşmanlarımız olmasa gül gibi yaşayıp gideceğiz…

Fakat karşılıklı suçlamalara bakarsak, Türkiye’de iktidarıyla muhalefetiyle
Türk kalabilmiş bir Allah’ın kulu yok.
Herkes birilerinin adamı, ajanı, yardakçısı…
Bir taraftan büyük Millet nutukları, diğer taraftan bu millet aptal yakıştırmaları.
Ve bu kompleksin adı , ulusalcılık, Atatürk milliyetçiliği…

Doğruluk payı var mı?
Ee olmasa bu durumlara düşmezdik herhalde…
Ama doğruluk söyleyende mi?, yoksa
“merdi kıpti, şecaat arzederken sirkatin söyler” demi?
İyi güzel de kardeşim, amerikayı yenimi keşfediyorsun.
Atalarımız yüzyıllarca önce keşfetmişler zaten colomb’dan önce.
Türk Milleti’nin iç veya dış düşmanları ne zaman olmamış ki…
Tarih boyunca bu kadar savaşmış, devlet yıkmış, devlet kurmuş
başka bir Millet var mı?

Doğrudur, kürtlük, vs. değil terörden nemalanmaktır asıl mesele.
Bunları zaten herkes biliyor ve söylüyor.
Ancak meselenin adına takılıp kalınacak kadar basit değil.
Terörden nemalanan sadece sözkonusu devletler ve pkknın taşeronları değildi.
Türk Milletini kürt, türkmen, çerkez, laz, vb. boylarının ortak inançlarına savaş açan,
aykırılıkları körükleyen ve vatanımızın asıl sahiplerini kendileri olarak gören
-tabiri caizse- bir avuç beyaz Türkün nemalanmak için yaptığı ihanetler de var.

Madem ok yaydan çıkmıştır, madem tahrik edilmiş ve oylarını
hangi sebeple olursa olsun bölücü bir partiye veren bölge halkı vardır.
Herşey konuşulsun o zaman. On yıllardır kapalı kapılar ardında, sınırlarımızın dışında
açıktan açığa konuşulmuyormuydu zaten bugün tartışılanlar..
Herkes eteğindeki taşı döksün, boşaltsın içini,
kussun kinini, öfkesini.
Türkiye bu kadar aciz mi? Neden bu panik, nedir bu telaş ?...

Tarihimizde bugünki gibi bir çok fetret dönemleri, krizler, bunalımlar yaşanmış.
Ancak hiçbir zaman panik , ümitsizlik dirayetsizlik yaşanmamış.
Bey çocukları daha küçük yaştan itibaren, ileride devlet yönetecek
kabiliyet de yetiştirilmiş. Kardeş kavgaları yaşansa da Milet
hiçbir zaman başsız kalmamış.
Dikkat ederseniz, en güçlü başbuğlar, en büyük devlet adamları da
o dönemler de çıkmış. Oğuz Han’lar, Alparslan’lar, Fatih’ler, Yavuz’lar…
Ve o başbuğları yetiştiren, hocalar;
Ahmed Yesevi’ler, Sarı Saltuk’lar, Şeyh Edabali’ler, Horasan erenleri,
Yunus Emre’ler, Tabduk’lar, Akşemseddin’ler…

Evet, cengaver olmak, idealist olmak, komutan olmak başka şey,
Devlet yönetmek, kriz yönetmek, lider olmak, başbuğ olmak başka…
Bugün zaten ikisi de yok.
Layık olduğumuz şekilde yönetilip gidiyoruz işte…

“yarı dalgalı olmamalı deniz
ya durulmalı, ya kudurmalı”

Derin devlet varmıdır yokmudur bilmem ama
Derin millet’in olduğunu biliyorum,
“Zafer’le değil sefer’le mükellef olduğunu bilen ve zaferi ancak yüce Allah’ın
bahşedeceğinin şuurunda olan bu derin millet’in bir ferdi olarak
seferberlik başladığında koşmasını da biliriz.

Yaşanan son olaylar karşısında yüreğimiz kıpır kıpır...
Lakin 12 Eylülü yaşamış insanlar olarak "aynı delikten iki kez" sokulmayız.
Devletin kolluk kuvvetlerinin yerini almamızı kimse bizden beklemesin.
Duygularımızla değil mantığımızla hareket etme vaktidir...

Metin BOZDEMİR

Hiç yorum yok: